Gece
New member
Bir Hikâye Paylaşmak İstiyorum, Forumdaşlar...
Selam dostlar,
Bu akşam kalbim biraz dolu. Hani bazı konular vardır, bir anda aklına gelir ve o anda paylaşmazsan içinde kalır ya… işte öyle bir gecedeyim. Biraz anlatıcı tiplerinden, biraz da insanın anlatma biçiminden bahsetmek istiyorum. Ama bunu kuru bir “edebiyat bilgisi” gibi değil, yaşanmış bir hikâyenin içinde anlatmak istiyorum. Çünkü bence her anlatıcı tipi, bir insanın iç sesinde saklıdır.
Bir Akşam, Bir Hikâye, İki Karakter…
Yağmurun cama vurduğu bir akşam, Selim ve Elif aynı kafede, birbirlerinden habersiz oturuyorlardı. Selim, elinde defteriyle bir hikâye taslağı çiziyor, Elif ise kahvesini karıştırırken yan masada yazılanlara merakla bakıyordu.
Selim bir yazardı, ama duygularını kelimelere dökmekte zorlanan biriydi. Mantık onun en güçlü yanıydı. Her hikâyeye bir stratejiyle yaklaşırdı; giriş, gelişme, sonuç… tıpkı satranç tahtasındaki hamleler gibi. Elif ise çocuk psikoloğuydu. Her hikâyeyi hisseder, karakterlerin içine girer, onların kalp atışlarını duyar gibi yazardı.
O akşam, tesadüf bu ya, aynı konuyu yazıyorlardı: Anlatıcı Tipleri.
1. Birinci Tekil Anlatıcı: “Ben”in Fısıltısı
Selim’in not defterinde şu cümle yazıyordu:
> “Ben o sabah kalktığımda, dünyanın bana sırt çevirdiğini hissettim.”
Elif bunu fark ettiğinde gülümsedi. Çünkü “ben” anlatıcısı, bir karakterin iç dünyasının doğrudan kalemden aktığı en sıcak biçimdi. Okur, kahramanın nefesini hissederdi. Ama Selim’in yazdığı “ben”, mesafeli ve soğuktu. Hesaplıydı, duygudan çok gözlem barındırıyordu.
Elif ona yaklaşıp dedi ki:
— Hikâyeni ‘ben’ anlatıcısıyla yazıyorsun ama duyguyu dışarıda bırakmışsın. Kahramanın iç sesi değil, sadece aklı konuşuyor.
Selim başını kaldırmadan cevapladı:
— Çünkü fazla duygu, hikâyeyi bulanıklaştırır. Strateji kaybolur.
Elif içten bir tebessümle karşılık verdi:
— Ama insan duygusuz bir stratejiyle anlatılmaz Selim. “Ben” sadece bir zamir değil, kalbin mikrofonudur.
O an, Selim’in kalemi durdu. İlk defa bir cümlesinin duygusal eksikliğini fark etti.
2. Üçüncü Tekil Anlatıcı: Tanrı Gözünden Soğuk Bir Bakış mı, Yoksa Sessiz Bir Tanıklık mı?
Bir süre sonra Selim anlatımını değiştirdi. Yazısına şöyle başladı:
> “Selim, o sabah aynaya baktığında yüzündeki yorgun çizgilere takılıp kaldı.”
Üçüncü tekil anlatıcıya geçmişti. Tanrı gibi her şeyi bilen, karakterin içini ve dışını gözlemleyen bir anlatıcı. Ancak bu kez, Elif sessiz kaldı. Çünkü o, üçüncü tekil anlatıcıyı bir duvar gibi görürdü.
Bir hikâyeyi dışarıdan izlemek, bir filme bakmak gibiydi; evet, güzeldi ama içinde olamazdın. Yine de Selim için bu anlatım, bir kontrol biçimiydi. Olayları yönetmek, duygulardan uzak kalmak, mantığı diri tutmak… hepsi onun doğasında vardı.
3. Gözlemci Anlatıcı: Ne Görürse Onu Söyler
Elif kahvesinden bir yudum aldı ve defterini açtı. Yazdı:
> “Adam, kadının gözlerine baktı. Ne düşündüğünü bilmiyordu ama bir şey hissettiğini anladı.”
Bu, gözlemci anlatıcının sesiyle yazılmıştı. Yazar duyguları değil, sadece gözlemi aktarır. Elif bunu bilerek yaptı, çünkü bazen duyguların fazlası gerçeği örterdi.
Selim başını kaldırıp baktı:
— Neden karakterin iç dünyasına girmedin?
— Çünkü bazen bir bakış, bin kelimeden fazlasını anlatır.
Ve o an, ikisi de fark etti: anlatıcı tipi sadece teknik bir mesele değildi. Bir insanın dünyayı algılayış biçimiydi.
Anlatıcı Tipleri, İnsan Ruhunun Aynalarıdır
Selim stratejik düşünüyordu; o, olay örgüsünü yönetmek isteyen bir “Tanrı Anlatıcı” gibiydi. Hayatı da öyle yaşıyordu — duygularını kontrol altında tutarak, planlı, net ve soğukkanlı.
Elif ise “Ben Anlatıcı” gibiydi. Hissettiği her şeyi yaşar, empati kurar, acıyı ve sevinci içselleştirirdi.
Bir gün Selim, Elif’e şöyle dedi:
— Belki de senin gibi yazmalıyım.
Elif gülümsedi:
— Hayır Selim. Her anlatıcı kendi gerçeğini yazar. Asıl mesele, hikâyenin kalbine ulaşmak.
Ve o anda Selim anladı: anlatıcı tipi, yazarın kalbine açılan kapıydı. Bir erkek stratejik anlatır çünkü dünyayı çözmek ister. Bir kadın empatik anlatır çünkü dünyayı hissetmek ister. Ama ikisi birleştiğinde, işte o zaman hikâye tamamlanır.
Hikâyenin Sonunda Bir Forumdaşın Sesi...
Dostlar, bazen yazarken kendimizi bir anlatıcıya benzetiriz farkında olmadan. Kimimiz “ben” derken dünyayı kalbimizle anlatırız, kimimiz dışarıdan izleriz. Ama her birimizin içinde bir hikâye anlatıcısı vardır.
O yüzden merak ediyorum: siz hangi anlatıcısınız?
Birinci tekil mi — duygularıyla yaşayan?
Üçüncü tekil mi — her şeyi bilen ama mesafeli?
Yoksa sadece gözlemleyen bir sessiz tanık mı?
Yorumlarınızı bekliyorum dostlar. Çünkü bazen bir hikâye, onu okuyanların kalbinde yeniden yazılır. Ve belki de siz, benim yarım bıraktığım cümleyi tamamlayacaksınız…
“Her anlatıcı, içinde bir insan taşır. Her insan, bir hikâyenin anlatıcısıdır.”
Selam dostlar,
Bu akşam kalbim biraz dolu. Hani bazı konular vardır, bir anda aklına gelir ve o anda paylaşmazsan içinde kalır ya… işte öyle bir gecedeyim. Biraz anlatıcı tiplerinden, biraz da insanın anlatma biçiminden bahsetmek istiyorum. Ama bunu kuru bir “edebiyat bilgisi” gibi değil, yaşanmış bir hikâyenin içinde anlatmak istiyorum. Çünkü bence her anlatıcı tipi, bir insanın iç sesinde saklıdır.
Bir Akşam, Bir Hikâye, İki Karakter…
Yağmurun cama vurduğu bir akşam, Selim ve Elif aynı kafede, birbirlerinden habersiz oturuyorlardı. Selim, elinde defteriyle bir hikâye taslağı çiziyor, Elif ise kahvesini karıştırırken yan masada yazılanlara merakla bakıyordu.
Selim bir yazardı, ama duygularını kelimelere dökmekte zorlanan biriydi. Mantık onun en güçlü yanıydı. Her hikâyeye bir stratejiyle yaklaşırdı; giriş, gelişme, sonuç… tıpkı satranç tahtasındaki hamleler gibi. Elif ise çocuk psikoloğuydu. Her hikâyeyi hisseder, karakterlerin içine girer, onların kalp atışlarını duyar gibi yazardı.
O akşam, tesadüf bu ya, aynı konuyu yazıyorlardı: Anlatıcı Tipleri.
1. Birinci Tekil Anlatıcı: “Ben”in Fısıltısı
Selim’in not defterinde şu cümle yazıyordu:
> “Ben o sabah kalktığımda, dünyanın bana sırt çevirdiğini hissettim.”
Elif bunu fark ettiğinde gülümsedi. Çünkü “ben” anlatıcısı, bir karakterin iç dünyasının doğrudan kalemden aktığı en sıcak biçimdi. Okur, kahramanın nefesini hissederdi. Ama Selim’in yazdığı “ben”, mesafeli ve soğuktu. Hesaplıydı, duygudan çok gözlem barındırıyordu.
Elif ona yaklaşıp dedi ki:
— Hikâyeni ‘ben’ anlatıcısıyla yazıyorsun ama duyguyu dışarıda bırakmışsın. Kahramanın iç sesi değil, sadece aklı konuşuyor.
Selim başını kaldırmadan cevapladı:
— Çünkü fazla duygu, hikâyeyi bulanıklaştırır. Strateji kaybolur.
Elif içten bir tebessümle karşılık verdi:
— Ama insan duygusuz bir stratejiyle anlatılmaz Selim. “Ben” sadece bir zamir değil, kalbin mikrofonudur.
O an, Selim’in kalemi durdu. İlk defa bir cümlesinin duygusal eksikliğini fark etti.
2. Üçüncü Tekil Anlatıcı: Tanrı Gözünden Soğuk Bir Bakış mı, Yoksa Sessiz Bir Tanıklık mı?
Bir süre sonra Selim anlatımını değiştirdi. Yazısına şöyle başladı:
> “Selim, o sabah aynaya baktığında yüzündeki yorgun çizgilere takılıp kaldı.”
Üçüncü tekil anlatıcıya geçmişti. Tanrı gibi her şeyi bilen, karakterin içini ve dışını gözlemleyen bir anlatıcı. Ancak bu kez, Elif sessiz kaldı. Çünkü o, üçüncü tekil anlatıcıyı bir duvar gibi görürdü.
Bir hikâyeyi dışarıdan izlemek, bir filme bakmak gibiydi; evet, güzeldi ama içinde olamazdın. Yine de Selim için bu anlatım, bir kontrol biçimiydi. Olayları yönetmek, duygulardan uzak kalmak, mantığı diri tutmak… hepsi onun doğasında vardı.
3. Gözlemci Anlatıcı: Ne Görürse Onu Söyler
Elif kahvesinden bir yudum aldı ve defterini açtı. Yazdı:
> “Adam, kadının gözlerine baktı. Ne düşündüğünü bilmiyordu ama bir şey hissettiğini anladı.”
Bu, gözlemci anlatıcının sesiyle yazılmıştı. Yazar duyguları değil, sadece gözlemi aktarır. Elif bunu bilerek yaptı, çünkü bazen duyguların fazlası gerçeği örterdi.
Selim başını kaldırıp baktı:
— Neden karakterin iç dünyasına girmedin?
— Çünkü bazen bir bakış, bin kelimeden fazlasını anlatır.
Ve o an, ikisi de fark etti: anlatıcı tipi sadece teknik bir mesele değildi. Bir insanın dünyayı algılayış biçimiydi.
Anlatıcı Tipleri, İnsan Ruhunun Aynalarıdır
Selim stratejik düşünüyordu; o, olay örgüsünü yönetmek isteyen bir “Tanrı Anlatıcı” gibiydi. Hayatı da öyle yaşıyordu — duygularını kontrol altında tutarak, planlı, net ve soğukkanlı.
Elif ise “Ben Anlatıcı” gibiydi. Hissettiği her şeyi yaşar, empati kurar, acıyı ve sevinci içselleştirirdi.
Bir gün Selim, Elif’e şöyle dedi:
— Belki de senin gibi yazmalıyım.
Elif gülümsedi:
— Hayır Selim. Her anlatıcı kendi gerçeğini yazar. Asıl mesele, hikâyenin kalbine ulaşmak.
Ve o anda Selim anladı: anlatıcı tipi, yazarın kalbine açılan kapıydı. Bir erkek stratejik anlatır çünkü dünyayı çözmek ister. Bir kadın empatik anlatır çünkü dünyayı hissetmek ister. Ama ikisi birleştiğinde, işte o zaman hikâye tamamlanır.
Hikâyenin Sonunda Bir Forumdaşın Sesi...
Dostlar, bazen yazarken kendimizi bir anlatıcıya benzetiriz farkında olmadan. Kimimiz “ben” derken dünyayı kalbimizle anlatırız, kimimiz dışarıdan izleriz. Ama her birimizin içinde bir hikâye anlatıcısı vardır.
O yüzden merak ediyorum: siz hangi anlatıcısınız?
Birinci tekil mi — duygularıyla yaşayan?
Üçüncü tekil mi — her şeyi bilen ama mesafeli?
Yoksa sadece gözlemleyen bir sessiz tanık mı?
Yorumlarınızı bekliyorum dostlar. Çünkü bazen bir hikâye, onu okuyanların kalbinde yeniden yazılır. Ve belki de siz, benim yarım bıraktığım cümleyi tamamlayacaksınız…
“Her anlatıcı, içinde bir insan taşır. Her insan, bir hikâyenin anlatıcısıdır.”